>
İstanbul, megakent, 2010 kültür başkenti, dünyanın en büyük şehirlerinden biri, megaköy…ne derseniz deyin, cumhuriyet tarihinin en büyük sel felaketini yaşıyor, onlarca ölü, kayıp, tahribat, yaktı, yıktı kentimizi. Yıllarca çalıştığım Basın Ekspres yolu şu an trafiğe kapalı, felç olmuş durumda, inanılır gibi değil. Tüm bunlar yaşanırken bir başka İstanbul yaşıyor, yaşamak zorunda, evine, işine gidiyor, hayatına devam ediyor, çünkü hayat devam ediyor, ne demişler “ateş düştüğü yeri yakıyor”. Biz sadece seyirci olarak izliyoruz, ta ki birgün başımıza gelene kadar.
İstanbul’u ama eski İstanbul’u yaşadık akşam biz de. Megakent olmadan önce, yıllar ama çok yıllar önce İstanbul’un en eski semtlerinden Sultanahmetteydik Duru, annem ve dostum Leyla ile. Her yıl çok isterim ramazanda Sultanahmette olmayı, hazırlanan sofralarda iftar açmayı, şenliklere katılmayı, eski ramazan adetlerini sanki o yıllarda yaşıyormuşçasına tatmayı. Ama bugüne kadar kısmet olmadı, havanın biraz daha güzelleşmesi, Duru’nun hafif bir grip geçiriyor olmasından dolayı mızmızlığını gidermek, annemin ameliyat sonrası sıkıntısını hafifletmek ve benim günlerdir baş dönmesi sorunumu gidermek daha doğrusu çivi çiviyi deler misali, tüm bunları yok sayıp akşamüstü ani bir planla gitmeye karar verdik. Sevgili arkadaşım Leyla ile o anda konuşuyorken, onu öylesine nasılsa bu saatten sonra gelmez diye davet edip, onun da gelirim demesiyle artık gitmek şart oldu ve hemen hazırlanıp çıktık yola. Yol bile keyif verdi bize daha oraya varmadan. Harem’den bindiğimiz yepyeni arabalı vapurun en üst katında güneşli bir İstanbul izledik doya doya. Ne trafik, ne gürültü ve sanki İstanbul bir afet yaşamıyor gibi, güneşli, sakin, durgun bir hava. Vapurdan inip sahil yolundan, eski İstanbul semti Cankurtaran’dan doğru yukarı verdik arabanın burnunu ve yavaş yavaş dolmaya başlayan Sultanahmette arabamızı park edip, eski sokaklarda, arastada tur atıp, tarihi içimize çektik. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar, cumbalı evler, çiniler, halılar, kilimler. Ne varsa eskiye dair hepsi dizilmişti. Ve işte meşhur meydana geldik, heryer cıvıl cıvıl. Yemek adına aradığınız ne varsa dönerden, gözlemeye, içli köfteden, yaprak sarmaya, kestane kebaptan macun şekere, künefeden lokmaya burada var. İsteyen buralarda yerken isteyen evinden getirdikleriyle parkın banklarında masalarında iftar açıyor. Zaten Sultanahmet Camii sizi tüm ihtişamıyla her yerden selamlıyor. Tabi bizim Duru burayı, kalabalığı, pamuk helvaları, horoz şekerlerini, dondurmaları görünce mest oldu. Bir ara yanımızdan tulumbacı takımı geçti, bizi selamladı. Ve işte iftar vakti, aynı anda bir sessizlik, herkes orucunu açıp yemeğini yerken ezan sesi her yere bir huzur dağıttı ki insanın etkilenmemesi mümkün değil. Biraz sonra karınlar doydu, külde pişen türk kahveleri içildi, künefeler yendi ve şenlikler başladı. Semazenlerin o muhteşem gösterisini ucundan da olsa yakaladık. Çok güzel bir organizasyon olmuş hakikaten de, insanlar bir arada ve ne bir taşkınlık, ne bir karmaşa herkes saygılı herkes görgülü. Özellikle çocuklarımızın görmesi, eski geleneklerimizi bilmesi, tanıması açısından Sultanahmette bir ramazan gününü, iftar saatini yaşamak gerekli. Ah İstanbul, sen nasıl bir kentsin, ne senle ne sensiz…