Arabayla Bulgaristan Tatili

0

Arabayla Bulgaristan’a tatile gitmenin bu kadar ekonomik, eğlenceli, sakin ve yakın olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Uzun zamandır gitmek istediğim, aile büyüklerimin, babamın doğduğu yer Bulgaristan’a kız arkadaşlarımla gittim ve şimdiden en yakın zamanda tekrar nasıl giderim diye planlar yapmaya başladım.

Ayşegül ve Nina ile Nina’nın Bostancı’daki şirin kafesinde otururken bir anda plan yaptık ve bir hafta sonra Bulgaristan’a Nina’nın arabası ile gitmek üzere anlaştık. Bayılıyorum ertelemeyen, hızlı karar alabilen ve söylenmeyen insanlara. Schengen vizeniz ya da yeşil pasaportunuz varsa isterseniz otobüsle isterseniz de bankalardan aracınız için kolaylıkla yapabileceğiniz yeşil sigorta ile Bulgaristan’a gidebilirsiniz. Arabayla gitmenin avantajı birbirine yakın şehirlere, plajlara ulaşım kolaylığı ve doğa harikası yollarda, ayçiçeği tarlalarında, yuvalarında oturan leyleklerin altında durup özgürce fotoğraf çekebilme lüksü.

Bir Cuma sabahı 05.00’de Suadiye’den yola çıktık. Benzini Türkiye’den almak daha ucuza geliyormuş, o yüzden depoyu doldurduk. Yaklaşık 3,5 saat sonra Kırklareli’ndeki Dereköy sınır kapısına varmıştık. Şansımıza önümüzde sadece üç araç vardı ve çok kolay geçtik kontrol noktasından. Türkiye’den çıkışta klasik olarak pasaportunuz, vizeniz kontrol ediliyor, kamera ile fotoğrafınız çekiliyor, araç sigortanıza bakılıyor. Aynı şekilde Bulgar topraklarına girerken de yine araçtan inip aynı işlemleri tekrar ediyorsunuz ve yeşili bol, ağaç dallarının gölge yaptığı, kimi zaman ayçiçeği tarlalarının renklendirdiği yolda 1,5 saat kadar ilerleyip Burgaz şehrine varıyorsunuz.

Burası nüfus bakımından Bulgaristan’ın 4. Büyük şehri. Bizim zamanımız kısıtlı olduğu için Burgaz’ı es geçip yarım saat uzaklıkta, Karadeniz kıyısında bulunan ve konaklayacağımız Pomorie sahil kasabasına geldik. Eşyalarımızı Nikolay ve Krasimira adlarındaki karı kocanın sahibi olduğu aile işletmesi olan  Family Hotel Stasi’ye bıraktık ve  doğru denize koştuk. Bu yılın ilk deniz sezonunu Bulgaristan’da açmak varmış. Şemsiyesini, şezlongunu alıp gelen de, bizim gibi bu hizmetlerden ücret karşılığı yararlananlar da hepimiz aynı kumsaldayız ve plajlar herkese açık. Hiçbir duvar, sınır yok. Bir de markaların reklamı olan şemsiyeler yok. Göz alabildiğine mavi, sarı, yeşil, kırmızı uçuşan şemsiyeler. Altın gibi bir kumsal ve ince kum. Hani denizden çıkınca ayağınızı saran, yattığınızda uçuşan, kale yapmaya ve çukur açıp kum banyosu yapmaya müsait olanlardan. Karadeniz malum, kah dalgalı kah sakin ama hep canlı. Böyle olunca da denizin keyfi her daim bol. Deniz suyu tam benlik, ne donacak kadar soğuk, ne ferahlatmayacak kadar sıcak.

Pomorie tam bir sayfiye yeri. Küçük meydanı, hepsi bu meydana çıkan iki ya da üç sokak, kilise, deniz topu, mayo, terlik satan yazlıkçı dükkanlar, hem turiste keyifli vakit geçirtecek hem yerel halkı monotonluktan kurtaracak minik bir lunapark ve tabii restoranlar. Deniz mahsullerinden yöresel yemeklere kadar her damak tadına uygun seçenek var. Biz denizi gören, ağaçların altında, tam da yerel halkın geldiği Flamingo Restoran’ı tercih ettik. Çok da memnun kaldık özellikle yerel şarabı çok güzel. Hem akşam yemeği hem müzik bir arada arıyorsanız 1912’den beri hizmet veren Bistro Staroto Kazino size göre olabilir. Yöresel danslar, müzikler ve şehrin kalbi burada.

İkinci gün kahvaltımızı tamamen Bulgar tarzında yaparak güne başladık. Bizim gibi kahvaltıda zeytin, peynir, domates, reçel gibi geniş seçeneklere sahip sofraları yok. Börek,  pişi dediğimiz hamur kızartması, ekmek üstü eritilmiş kaşar gibi tek seçenekle öğünü geçiştiriyorlar. Gelelim beni en çok üzen konuya. Çay yok. Bildiğiniz siyah çay yok. Demlemeyi zaten aramam Avrupa kentlerinde ama burada sallama çay bile yok. Böreğin yanında şöyle bir bardak çay güzel gitmez mi ya da akşam yemeği sonrası? Boza dedikleri bizim bozaya benzer ama daha sıvı ve  koyu renk içeceği tercih ediyorlar. Her sokakta, köşe başında bulunan kahve otomatlarından tam bir kahve tutkunu olduklarını anlıyorsunuz. Üstelik fiyatı da çok uygun.

İkinci gün durağımız yine Burgaz’a bağlı bir sahil kasabası olan Nesebar oldu. Burası biraz Safranbolu, biraz Sığacık, biraz da Cumalıkızık’ı andıran eski bir yerleşim yeri. Burgaz’a yarım saat mesafede bulunan Nesebar, UNESCO dünya miras listesinde. Ahşap cumbalı evleri, denize çıkan Arnavut kaldırımlı sokakları, Osmanlı mimarisindeki yapı kalıntılarıyla oldukça sevimli kasabada gezmek çok keyifli. Bulgaristan’ın en çok turist çeken yerlerinden olan Nesebar plajlarıyla da dikkat çekiyor.

Düşünsenize, İstanbul’daki evinizden çıkıp 6 saatte Nesebar’dasınız, denize giriyorsunuz, başka bir ülkenin tarihi sokaklarında geziyorsunuz, akşam deniz manzaralı püfür püfür esen restoranlarında yemeğinizi yiyip, yerel dansları izliyorsunuz ve isterseniz sabah dönüp evinizde kahvaltıya bile yetişebilirsiniz.

Nesebar’dan ayrılıp önce meşhur market zinciri Lidl’dan içecek, şarküteri alışverişimizi yapıp ardından Jumbo’ya uğradık. Benim gibi bahçe malzemesinden parti süslerine, kalemden çamaşır leğenine kadar her şeyi bir arada satan marketleri seviyorsanız yarım gününüz Jumbo’da geçebilir. Neyse ki birlikte yola çıktığım arkadaşlarım da aynı kafada yoksa tatil birilerine zehir olabilir. Bulgaristan’da para birimi “leva”. Dolayısıyla euro, dolar hatta Türk lirasını değiştirebilirsiniz.

Akşam saat 19.00’da sınır kapısından geçip 22.40’da Suadiye’ye geldik. Sözün kısası arabayla Bulgaristan’a gitmek çok kolay, çok eğlenceli, çok dinlendirici ve çok cazip. Biz bir gece iki gün kaldık ama vaktiniz varsa bir gece Nesebar ya da Pomorie’de kalıp ver elini Varna, Sofya diyebilirsiniz.  Bizim çok planlı, bilerek ve vakit kaybetmeden doğru yerlere gitmemiz tamamen Nina sayesinde oldu ama siz de gidecek olursanız yazının altına sorularınızı bırakabilirsiniz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz