Biyografik romanları, tarihi ve ezoterik meseleleri ele alış tarzı, araştırmaları ile çok okunan televizyoncu, yazar Osman Balcıgil bu hafta konuğum. Tarih, edebiyat ve son kitabı bir Cahide Sonku romanı olan Kızıl Çengi Üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Umarım siz de keyif alarak okursunuz.
Sizin kitaplarınızı hep “hızlı” okuyorum. Ne geriye dönüp ne demek istemişti diye bir sayfaya saatlerce takılıyorum, ne de okuduktan bir süre sonra unutuyorum. Anlayarak, aklımda kalarak, bir solukta okuyor ve üzerinden çok zaman geçse de hiçbirini unutmuyorum. Sizi okuyan herkesten de aynı yorumları duyuyorum. Kitaplarınızın bu kadar akıcı, akılda kalıcı olmasını nasıl sağlıyorsunuz?
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim öncelikle. Uzun yıllar gazetecilik, yazarlık, editörlük yaptım. Editörlük önemli bir iştir. Birilerinin yazdığı kötü yazıları alır, okunabilir, keyif alınabilir hale getirirsiniz. Bunun romancılığımda büyük faydasını görüyorum. Zamanında başkalarının yazılarını adam ederken edindiğim deneyimi bu kez kendim için kullanıyorum. Akılda kalıcı metinler istiyorsanız, tekrar etmeniz gerektiğini zannedersiniz. Tersine kanıksanmaya, giderek unutulmaya yol açarsınız. Ayrıca edebiyatın “laflara göbek attırma sanatı” olduğuna dair yaygın yanlış anlamadan uzak durmalısınız. Bana kalırsa, metinleri okunamaz hale getiren en önemli faktör “edebiyat yapıyormuş gibi yapmak”. Bir başka deyişle cambazlığa soyunmak. Oysa şahane bir dilimiz var. Eğip bükmez, hakkını vererek kullanırsak şiir gibi akıp gidiyor. Bir de tabii her yazının bir matematiği, mühendisliği, müziği var. On satır da destan da yazacak olursanız bu değişmiyor. Gelişi güzel değil, bir düzen, disiplin dahilinde, okunurken kulağı tırmalamayacak yazılar üretmenin yollarını bulmalısınız. Fazla mekân, fazla karakter, fazla tasvir kaçınılması gereken enstrümanlar. Klasiklerin yazıldığı dönemde belki önemliymiş bu araç gereç ama bugünün dünyasında insanları canlandırma yapmakta serbest bırakmanızda yarar var. Elli yıla yaklaşan yazın hayatımda öğrendiklerim bunlar.
Biz kolay ve hızlı okuyoruz kitaplarınızı. Peki siz kolay ve hızlı yazar mısınız? Bir kitabınızı ortalama ne kadar sürede yayımlanmaya hazır hale getiriyorsunuz?
Kolay ve hızlı yazarım. Uygun ortam diye bir saplantım yoktur. Dediğim gibi, gazetecilik bana bu konforu sağladı. Çok gürültülü mekanlarda, çok sınırlı vakitlerle yazma deneyimi, yabana atılmaması gereken bir özellik. Zamanımı daha çok araştırmayla geçiriyorum. Kitaplarım bir yıl civarında vakit alıyor. Bunun yarısından fazlası araştırmaya gidiyor. Bunda konuya kendiliğimden ne kadar hâkim olduğum önem taşıyor. Bazı konular var ki siz de içinde yaşamışsınızdır. Bazılarıysa İ.Ö 500 yılında geçer. Ne kadar içindeysem o kadar kolay yazıyorum.
Türkiye tarihi, tarihe adını yazdıran kişiler romanlarınızın konusu. Bu açıdan bakınca malzemenin çok olduğu bir ülke. Sizin romanlarınızda bu konuları, kişileri seçmenizdeki amaç ne?
Üç ayrı alanda yazıyorum. Biyografik romanlar, önemli kişiler, tarihi ve ezoterik meseleler. Bu üç alan da merak ettiğim, anlamaya çalıştığım derinlikler. Bir kere Türkiye’nin son yüz elli yılı çok ilgimi çekiyor. İçinde yaşayan kahramanları da ona keza. Çünkü bugün neler olduğunu anlamak ve yarın neler olabileceğini öngörmek için bu derinlikleri anlaşılır kılmaya ihtiyacımız var. Bir başka deyişle, yaşadığımız coğrafyanın önemli kırılmalarının neler olduğunu, ne tür etkiler bıraktıklarını önemsiyorum. Konularımı seçerken bu kırılma noktalarından ve o zamanlarda rol almış kahramanlardan, yani büyük hayatlar yaşamış olanlardan hareket ediyorum. Bu gerçek kişilikler bir anlamda benim sürükleyicilerim oluyor. Tarihi ve ezoterik meselelerde ise ister istemez din olgusunun üzerinde yoğunlaşıyorsunuz. Yaşadığımız coğrafya dinlerle ilgili derinlemesine düşünmemizi gerektiriyor. Birçok dinin, kültürün kesişme noktasında yaşıyoruz. Bu bir zenginlik. Öte yandan karmaşa. Yaptığım daha çok bir anlama çabası. Öğrendiklerimi ete kemiğe büründürüyor, roman formunda okuyucularımla paylaşıyorum.
Biyografisini yazacağınız kişileri neye göre seçiyorsunuz?
Az önce de söylediğim gibi, biri kırılma anını ya da dönemini anlatmamı sağlıyor olmaları lazım. Toplum tarafından tanınır olmaları gerekiyor ama yeterli değil. Bana derdimi anlatma imkânı sağlayacak kadar da malzeme vermeleri ön koşulum. Bu yolda, bazen toplum tarafından tanınıyor olmalarını önemsemeyebiliyorum. İpek Sabahlık’ta Suat Derviş’i anlatırken bunu yaptım.
Biyografik romanlar kadar dönem romanları da yazıyorsunuz. 6-7 Eylül olayları öncesi yaşananları Türk ve Yunan karakterler aracılığıyla anlattığınız “En Hüzünlü Eylül” uzun süre etkisinden çıkamadığım bir dönem romanı. Suzan ve Yorgo’nun aşkını anlatsa da bir dönem çekilen acıları, yapılan haksızlıkları, insanlık suçlarını öyle anlatmışsınız ki sanki bir hesaplaşma, yüzleşme. Hep sormak istemiştim size bu soruyu, kısmet bugüneymiş; Bugüne kadar yazılanlar, anlatılanlar, izletilenler yetersiz geldiği için mi yazdınız En Hüzünlü Eylül’ü?
Evet. 6-7 Eylül Olayları, anlaşılabilecek ama kabul edilemeyecek nedenlerle Türkiye’de yeterince anlatılmadı, anlaşılamadı. Üzeri itinayla kapatıldı, halının altına süpürüldü. Eğer böyle davranılmasaydı, Maraş, Çorum, Sivas gibi önemli katliamlar gerçekleşmezdi. Türkiye meseleleriyle hesaplaşmayı becerememiş bir ülke. Bugün bunun acılarını çekiyor, olumsuzluklarını yaşıyoruz. 68 Kuşağını ve 75 kuşağını yok yere heba etmemizin ardında yatan neden de bu. Siyasal İktidarlar ve onları parmaklarında oynatan emperyalist ülkeler toplumsal aydınlanma düzeyimizin yeterince yüksek olmamasından yararlanıyorlar. Yoksa 6-7 Eylül ya da 68 Olayları veya bize Alevi Sünni çatışması diye yutturulan saldırılar yaşanır mıydı? Bütün bu olayların arkalarında yatan şifreleri çözmeden düze çıkamayız. Sizin de çok güzel kullandığınız sözcüğü kullanarak cevap verecek olursam, hatalarımızla yüzleşmeyi becerebilmemiz lazım.
İnsanın kendini geliştirmesi, başkalarından ilham alması için farklı hayat hikayeleri okumasını, dinlemesini çok önemli buluyorum. Sizin biyografileriniz de bunun için önemli fırsatlar sunuyor. Zor geçen çocukluk yılları, içindeki cevherin keşfedilmesi, başarı, ün, para, parıltılı hayatlar, sonrasında dibe çöküşler. Aslında günümüzde “başarılı” olmak isteyen herkesin başarı tanımına yükleyeceği anlamlar için kitaplarınız önemli mesajlar içeriyor. Dünden bugüne değişenleri, değişmeyenleri nasıl gözlemliyorsunuz?
Haklısınız, başkalarının neler yaşadığını öğrenmek bizim için bir anlamda alınmış dersler anlamına geliyor. Onların yollarından geçerek başarıyı yakalayabilirsiniz ya da yaptıkları hataları yapmazsınız. Öte yandan kimi anlatılanların sıradan insanların hayatları olmadığını bilmeniz lazım. Ben de başkaları da çoğunlukla kendimize büyük hayatları konu olarak seçiyoruz. Okurların bu büyük hayatlara öykünmelerinin önünde bir engel yok kuşkusuz ama kurdukları hayaller gerçekleşmeyince karalar bağlamalarının manası yok. Bazı insanlar hayata ağızlarında gümüş kaşıkla adım atıyorlar. Kimileriyse ne yazık ki nesillerce en aşağılarda debelenmek durumunda kalıyorlar. Bunların arasında geçişler olmuyor mu? Oluyor. Büyük hayat yaşarken kendilerini en dipte bulunlar, en dipten fırlayıp, kendileri için inanılmaz hayatlar kuranlar var. Burada önemli olan, gerçeklik duygumuzu yitirmememiz. Kendi gerçekliğimizin ne olduğunu kavramamız da bence aydınlanmamıza bağlı. Bu açıdan yaklaştığımızda, gelişen kitle iletişim araçları sayesinde aslında bugün dünden daha şanslıyız.
Ve son kitabınız “Kızıl Çengi”. Hiç bitmesin istedim. Sonunu tahmin ettiğim için daha da bitmesin istedim. O hüzünlü sonu yaşamak istemedim ama en büyük hüznü hastane odasında yaşadım ben. Cahide Sonku’yu ziyarete gelen Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan, Filiz Akın, Adile Naşit’li fotoğrafta. Bir fotoğraf o kadar çok şey der ki insana…Günümüzün bir kopyası. Vefa’nın sadece semt adı olarak anıldığı günlerde bu hatırlatmalar insanlık adına mı?
Çok etkilendim sözünü ettiğiniz fotoğraftan. O dönemlerinde Cahide’nin gözlerden uzak olmak istediğini biliyoruz. Sanıyorum fotoğraftaki zat-ı muhteremler de farkındalar bunun. Bir tür özel hayatın gizliliğinin ihlâli söz konusu o fotoğrafta. Dikkatlice baktığımızda, Cahide’nin yüzünde güller açmadığının farkına varıyoruz. Ayrıca yetmiyormuş gibi fotoğrafın yayınlanması da tuz biber ekiyor kabahatin üzerine. Afife Jale’sini, Cahide Sonku’sunu ve daha nicelerini sokağa terk etmiş bir toplum olmak yüzümüzü kızartmalı.
Kitapta altını çizdiğim o kadar çok satır var ki, bunlardan biri de, Nazım Hikmet’in senaryoları arka planlı olduğu için, yani sosyal meseleleri irdelediklerinden başarılı olmuşlardı. Piyasada dolanan senaryolarsa yüzeyseldiler ve sabun köpüğü misali eriyip gidiyor, izleyenlerde hiç tortu bırakmıyorlardı. Bugünü anlatıyor bu satırlar. Niçin sabun köpüğü misali diziler izleniyor ve sizin kitaplarınız gibi tarih konusunda, gerçek hayatlardan alıntılarla nitelikli diziler yapılmıyor ya da izlenmiyor?
Kolaycı bir toplumuz. Sadece tüketenler açısından değil, üretenler açısından da maalesef böyle. Önünüze para kazanmayı tek hedef olarak koyduğunuzda, muhasebecilerinize sanat danışmanlarınızdan daha fazla yatırım yapıyorsunuz. Sonucu belli değil mi en baştan? Ne ucuza çıkar, hangisi daha fazla para getirir gibi soruların cevapları, nasıl daha iyi yaparım gibi soruların önüne geçiyor.
Ekonomi eğitimi görmüşsünüz ama editörlük, muhabirlik, dergi, gazete, televizyon yöneticiliği yapmışsınız yani hep yazının göbeğinde yer almışsınız. Yazmak hayatınızda hep var mıydı, yoksa sonradan edinilen bir kazanım mı?
Üniversite yıllarımda muhasebeci yardımcılığı gibi birkaç ay süren deneyimlerim oldu. Nefret ettim rakamlardan. Harfleri hep daha çok sevdim. Öte yandan ekonomi okumak işime yaradı. Dünyaya bakışımı geliştirdi. Öncelikle iyi bir okurdum. Ortaokul yıllarımdan itibaren, okumakta olduğum bir kitabım hep oldu. Başta casusluk, polisiye, giderek klasikler, ardından ülkelerin edebiyatları, yazar külliyatları filan derken gazetecilik günlerimde de okumayı hep sürdürdüm. Bu arada siyaset ve tarih okumalarımın da altını çizmem lazım. Romanlar ve filmler dünyayı anlamamıza yardımcı olur ama tek başlarına yeterli değildir. Biraz sanat, edebiyat, sinema ama daha çok tarih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi (benim mektep yıllarımda böyle denirdi) bilmeniz gerekir… Aklımda roman yazmak fikri hep oldu ama mesleğimle birlikte yürütemeyeceğimi düşündüm. Sonra sadece romancı olmaya karar verdim.
Yazılarınızı hep aynı yerde mi yazarsınız? Yazma ortamınız nasıldır?
Her yerde yazarım. Yerin, ortamın, atmosferin benim için önemi yoktur. Romantik bir yazar değilim anlayacağınız. Oturduğum evin yanında üç yıl süreyle bir site yapıldı. Düşünün siz gürültüyü patırtıyı. Yazarken duymadım bile seslerini. Ne zaman ki masamdan kalkıyordum, sesler o zaman geliyordu kulağıma.
Osman Bey bu keyifli sohbet ve kitaplarınızla, kendi öğrendiklerinizi, araştırmalarınızı okurla paylaşarak daha aydınlık bir Türkiye için çabanıza çok teşekkür ederim.
Ben de size teşekkür ederim. İyi ki varsınız.
Kapak fotoğrafı, Burak Bakış Production tarafından düzenlenmiştir.