Yine bir Tourjuva ve 2 Kadın Anadolu seyahati. Ve yine bir antik şehir büyüsü. Mardin’in güneydoğusunda, uçsuz bucaksız Mezopotamya ovasına bakan bir tepenin eteğinde, yüzyıllardır sessizce nefes alan bir şehir var, Dara.
Rüzgârın uğultusu bile burada tarih kokuyor; toprağın her zerresi, taşların arasına sinmiş bin yıllık hikâyeler anlatıyor.
Dara, 6. yüzyılda Bizans İmparatoru Anastasius tarafından, Pers ordularına karşı bir sınır kenti olarak kurulmuş ama zamanla sadece bir askeri garnizon değil, ticaretin, zanaatin, kültürün ve inancın kalbinin attığı bir medeniyet merkezi haline gelmiş.
Roma ve Pers arasında gidip gelen kaderiyle, Dara aslında bir direnişin ve yeniden doğuşun simgesi olmuş.

Dara öyle büyüleyici bir yer ki gün yüzüne çıkmış kalıntıların hemen altında, sarnıçlarla, zindanlarla, su tünelleriyle, mezar odalarıyla dolu bir yeraltı şehri uzanıyor.
Kimi bu şehri “Anadolu’nun ikinci Kapadokyası” olarak tanımlıyor, kimi “Mezopotamya’nın kalbi”.
Ama aslında Dara, taşın nasıl yaşadığını gösteren bir mucize, bana göre.
Çölün eşiğinde, suyun kıymeti altından da fazladır.
Romalı mühendisler, kilometrelerce öteden su getiren kanallar, su kemerleri ve devasa sarnıçlar kurmuşlar.
Bugün bile o sarnıcın serin taşlarına dokunduğunuzda, geçmişin nabzını hissediyorsunuz.
Kentin kayalıklarında oyulmuş yüzlerce mezar… Her biri, ölüme bile estetikle yaklaşan bir toplumun izi.
Bazı lahitlerin üzerinde hâlâ kabartmalar, dualar, figürler duruyor.
Dara, insana “burada bir zamanlar yaşam vardı” dedirten bir büyü…
Sessiz ama görkemli bir zamansızlık hissi.
Dara’ya gidersen, fazla konuşma.
Rüzgârı dinle.
Çünkü o taşlar, kelimelerden daha eski bir dil konuşur.
Ve o dil, bize hep aynı şeyi fısıldar:
“Unutma… Biz buradaydık. Yaşadık. Yarattık. Direndik.”


























