İstanbul’da bir güzel, İstanbul kadar güzel….
Kuzguncuk. Şehrin merkezinde ama bir o kadar şehirden uzak. Hala kaldı mı böyle yeşillik, kaldı mı böyle komşuluk, kaldı mı böyle mahalle denecek kadar güzel ve sıcak. Dizilere mekan olan, camiyle sinagogun, kilisenin yanyana olduğu hala külahta çekirdek satan bakkalın, boncuk kapılı kasabın, manavın ayrı ayrı dükkanlarda halkla buluştuğu mekan Kuzguncuk. Kuzguncuk deyince aklıma hep Perihan Abla dizisi gelir. Çocukluğumun en güzel dizisi. “Bu mahallede yaşar, bizim Perihan Abla, büyük küçük herkesin dostu Perihan Abla. Kimin başı sıkışsa koşar Perihan Abla işte bu mahallede yaşar Perihan Abla…..” Hem de hemen sağdaki bu evde yaşardı. Bu pazar arkadaşlarımızla kahvaltı etmek için işte bu mahalledeydik. Kuzguncuk’un o meşhur caddesinin üzerinde Perihan Abla sokağının tam karşısında Sitare kafede. Tüm çeşitlerin ev yapımı olduğu bu mekan öyle pazar sabahı herkesin açık büfe tabaklarını karıştırıp ortalığa saçma sapan görüntüler çıkarmadığı, bir peynir için sıra beklemek zorunda kalmadığınız küçük, samimi, herşeyin emekle hazırlandığı sevimli bir kafe. En önemlisi de İstanbul’un en eski ve kendini, özünü koruyabilen en eski semtlerinden birinde. Hani çay saatinde bilir misiniz, fırından alınan ekmek hamuru küçük parçacıklar halinde kızgın tavada kızartılır ve çay-peynir ikilisiyle yenir. İşte kahvaltıda bulunan güzelliklerden biri de bu. Bayıldım o anne hamuruna.
Kahvaltı sonrası Kuzguncuk’u gezmek, arnavut kaldırımlı dik sokaklarına tırmanmak, bahçesinde salıncak bulunan evi görünce Duru’nun buradan ayrılmaması nedeniyle evin bahçesine tanrı misafiri olmak, Kuzguncuk ve Kuzguncukluların ne kadar sıcak, medeni, nesli tükenmişlerin bir parçası olduğunu görmek, arkadaşlarımızın arkadaşlarının deniz ve köprü gören evlerini keşfetmek…. Güzel bir pazardı anlayacağınız ve güzel bir İstanbul ve güzel bir Türkiye. Ve orada olamasak da gönüller Çağlayandaydı.