Nane Çiçekli Babalar Günü

4

Babalar Günü bugün… Babama sarılmak, kirli sakalı batsa da doyasıya öpmek, sırtımı dayamak ve ona güvenmek. Nerede olursa olsun, ihtiyacım olduğu anda koşup geleceğini bilmek. Kendimi onun yanında şımartmak…Kızım için de böyle, “babacığım” dediği anda duran dünya, en yorgun olduğu zamanda bile onun için her yere koşan babasının olacağını bilmek ve ne zaman istese ona doya doya sarılmak, naz yapmak… Bu babalar gününde tüm bu duyguları yaşamaktan utanıyorum desem, içim sızlıyor, ağlamak, haykırmak, bağıra bağıra nefretimi dile getirmek istiyorum desem yargılar mısınız beni? “Kıymetini bil babanın”, “ne şanslısın”, “arkanda kapı gibi baban var” dersiniz değil mi? Demeyin, ne olur demeyin çünkü ben de tüm bunların farkındayım ama isyankarım bu babalar gününde, öfkeliyim, kızgınım, istemiyorum şanslı olduğumu duymak, halime şükretmek…Bu babalar gününde babasını ihmal sonucu kaybeden yavruları, kömür olup yanan gencecik fidan babaları düşündükçe, haksız yere kızından altı yıl ayrı kalan babaları düşündükçe, bir katliama kurban giden aydın babaları düşündükçe, bu babalar gününü coşkuyla kutlayamıyorum babacığım, ne olur affet beni. 

Geçtiğimiz günlerde öyle iki kız çocuğu ile beraberdim ki, ikisi de karşılaşacakları çok ortam varken, yeri ve zamanı gelmediği için geçtiğimiz kısa bir dönem içinde tanışmış, kardeş, dost, abla, kader arkadaşı olmuş ve sıkı sıkıya birbirine kenetlenmiş iki kız çocuğu, iki dev babanın kızları, haksızlıklar karşısında büyümüş, olgunlaşmış, hayatı yemiş yutmuş pırıl pırıl iki kız, iki genç, iki can, iki güzel yürek: ZEYNEP ALTIOK AKATLI ve NAZLICAN ÖZKAN. 

Ben onları sadece basından tanıyordum ama beraber biraz zaman geçirince onları hiç tanımadığımı anladım, onlar iki büyük dev aslında. Öyle bir hayat yaşamışlar ki, öyle acılar karşısında dimdik sapasağlam kalmışlar ki, öyle çabuk büyümüşler ki, yaşadıklarından hala anlamlar çıkarıp hayatın olumlu yanlarını görebilecek kadar büyükler. Onlarla konuşurken küçüldüm küçüldüm yerin dibine girmek istedim. Benim yaşadıklarım da sorun mu, dert mi…

fotoğraf (16)Nazlıcan Özkan, Tuncay Özkan’ın kızı…Babası tutuklandığında 15 yaşında bir ergendi, Hepimiz onu basından tanıdık, babasıyla o da tutuklandı bence. Artık soluduğu hava, yediği yemek, içtiği su, gördüğü deniz ona eskisi gibi görünebilir miydi? Biricik babası içerideyken o, dışarıda özgür olabilir miydi? Sınavla girilen çok gözde!!! okullardan birinde okurken, her çarşamba babasını ziyarete gittiği için okulu bırakmak zorunda olan Nazlıcan…Şimdi 21 yaşında, babası yanında ama ya o geçen 6 yıl…Kim verecek hesabını? Tuncay Özkan’a dedim ki, “insanın gencecik bir kızı İstanbul’da yaşarken bir baba olarak içeride olmaya nasıl dayandınız? “

Ben kızıma hep şunu derdim, dünyanın neresinde olursan ol, en fazla iki saatte sana ulaşırım. Ben olmasam bile bir arkadaş, eş dost bulur sana yollarım. Ama tutukluyken eliniz kolunuz bağlı, hiçbir yere, hiçbir kimseye ulaşamıyorsunuz ve çocuğunuz dışarıda araba kullanıyor, hastalanıyor, gece dışarıda olabiliyor…Düşünebiliyor musunuz? Beni anlamak için Banu, kendini iki gün bir odaya hapset, hiç çıkma ve düşün ben neler yaşadım….Düşünemedim, konuşamadım kelimeler boğazıma takıldı kaldı ve bu babalar günü mahkum babaları düşünüyorum, 6 yıl kızından ayrı kalan bir babayı düşünüyorum, babasına en ihtiyaç duyduğu dönemde ondan ayrı kalmak zorunda bırakılan Nazlıcan’ı düşünüyorum ve U-TA-NI-YO-RUM!

fotoğraf (15)Metin Altıok…2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’ndeki katliamda kaybettiğimiz aydınlarımızdan…Bir baba, daha ilk şiir kitabıyla dev şair olan aynı zamanda yazar, öğretmen, adam gibi adam…Ölmeyi hak etmeyen hele bu şekilde ölmeyi hiç hak etmeyen bir baba ve onun gözlerinde hüzün olan kızı Zeynep Altıok Akatlı. Gözlerimi alamadım Zeynep’ten, öyle hüznü, öyle dolu bakışları, öyle yaşanmışlıkları vardı ki otursak…anlatsa…ağlasak…sarılsak… istedim. Empati kurabilir miydim, anlayabilir miydim böylesine bir ölümü, böylesine babasızlığı, böylesine haksızlığı…Bilemedim, hala da bilemiyorum, iki gündür bu iki kızı düşünmeden edemiyorum… 

Tuncay Özkan, yıllar önce Barış Bil’in çektiği bir fotoğrafı çerçeveletip, çalışma masasının tam arkasındaki duvara asmış. Metin Altıok’un çalışırken elinde sigara…sadece o el…Yıllarca o fotoğraf arkasında çalışmış Tuncay Özkan ve buluştuğumuz gün bu fotoğrafı Zeynep Altıok’a hediye etti…Zeynep’in gözündeki o gururu görmek…Nazlıcan’ın babasına sarılıp sarılıp durduğu ana şahit olmak…Ben babalar gününü o gün o an yaşadım…

Babama bu babalar gününde bir nane çiçeği hediye edeceğim, niye mi?indir

Size nane çiçeği göstereceğim dediğinde Tuncay Özkan, bilmiş bilmiş “ben biliyorum mor olur, bizim bahçedeki naneler karta kaçınca çiçek veriyor çünkü” dedim. Bir çırpıda olayı özetledim. Tuncay Özkan ise, o çiçeği öyle bir anlattı ki, o nanenin bir mapushanede ekilmesi, büyümesi, yaprak vermesi, kokması ve sonra çiçek açması… sabır, emek, umut, ümit, yaşam… Nane çiçeğine hiç böyle bakmamıştım bugüne kadar, hiçbir babalar gününe de böyle bakmamıştım. Düşündüm de aslında hayata böyle bakmamıştım.

Bizi bir yerlerden izleyen tüm babaların ve benim canım babamın babalar günü yine de kutlu olsun…

fotoğraf (18)155889_451288157433_6934665_n

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babam Metin ALTIOK

70’li yıllarda Ankara’da geçti çocukluğum. .
Babamla yürüyüşlerimizin uzun molalarını alırdık. Çankaya’daki evimizden çıkar Botanik bahçesine yürür ve mutlaka ben çok seviyorum diye yolu biraz uzatır, “vapur ev”in önünden geçer öyle dönerdik. Yol boyunca mevsime göre sonbahar yaprakları ya da akşamsefası tohumları toplardık. Benim her zaman çok maharetli babam aslanağızlarının ağızlarını açabilir, avucunda pisipisi yürütebilirdi. Hem de istediği yöne! Topladığımız çiçekleri kurutur sonra beyaz bir kağıdın üzerine yapıştırır çevresini de jelatin ile sarardık. Ya da sonbahar yapraklarını uhu ile birleştirir sehpamıza örtü yapardık.
Babam yemek yapmayı çok severdi. Pek iştahlı bir çocuk olmadığım için de her yaşımda ayrı özellikli yemeklerim olurdu.   En sevdiğimse, mantı makarna. Kendisinden çok ritüelini severdim. Bir tencere, bir tepsi yoğurulmuş kıyma, ve bir paket mantı makarna ile yere gazeteler serer otururduk.  Sonra babam minik kıyma parçalarını makarnanın kulaklarından çok az taşana kadar doldurur, ben de tencereye dizerim. Yemesi kadar zevklidir.
Egeliyiz biz. İzmirli. Ankara’nın yeri ayrı olsa da İzmir’liliğim benim gurur kaynağımdır. İzmir bana sorarsanız yaşama sevgisidir.  İmbattır, yosun kokusudur, zeytinyağıdır, balkonda yaşamaktır, yasemindir, buzlu bademdir, süslü atları olan bir faytondur ve aslında oya işli fıkır fıkır bir ruhtur.
İzmir’de Bostanlı’dan çıkar Karşıyaka’ya inmek için otobüs beklerdik.  Bir oyunumuz vardı: Babam bir sigara yakar ve “Sigaram bittiğinde otobüs gelecek!” derdi. Nasıl olurdu bilmiyorum, ama otobüs hep o sigara bittiğinde geldi.
Karşıyaka’ya indiğimizde doğruca Sakıp Ağa’nın yerine gider buz gibi köpüklü bir ayran içerdik. Midye dolma yemeden dönmezdik.  Dedeme gittiğimizde ise Hatay’daki evimizden aşağıya merdivenli yokuşlu yollardan iner, eski Rum evlerinin birbirinden güzel metal tokmaklarına baka baka – ki bazen güzel ve zarif bir el bazen kanatlarını açmış bir martı şeklinde olurlar – Güzelyalı’ya inerdik. Sahilde şimdi artık adını hatırlamadığım lokantamıza gider, deniz üstü terasta oturur sohbet ederdik. Ahçımız benim için salatanın ortasına domates kabuğundan güzel mi güzel bir gül oturturdu hep. Bayılırdım.
Pasaport’a gider, balık halinde dolaşır, tek tek balıklara böceklere bakar ve aksam için nevalemizi alır, kıyıdaki kahvelerden birinde adaçayı içer eve öyle dönerdik. Rakı sofrasını kurmaya…
Kedilerimiz hiç eksik olmadı bizim. ..
Ankara’da Berduş’umuz. Çocukları İdris’imiz Nigar’ımız. İzmir’de Mercan’ımız, Arap’ımız. Arap Bostanlı’daki evin balkonunun altına gelir bekler akşam saatinde . Biz yukardan sepet sarkıtırız – aslında bu sepet genelde akşam saatlerinde gelen seyyar turşucumuz, bakkal ya da gevrekçi içindir- Arap içine atlar “asansörle” yukarı gelir, ciğerini yer, karnı doyar, sevilir, paklanır, aynı yoldan geri gider.
Ankara’da bir dönem Bestekâr Sokak’taki terasımızda iki civciv yetiştirdik biz. Babam Ulus’tan bana almıştı. Küçükken çok güzel olan o ikisi büyüyünce evde tutamaz olduk. Ne çok ağladım artlarından…
Neyse varsın bu yazı da böyle, şuradan buradan, imbat tadında anılardan oluşsun.
 Bir mektup yazsam;
Sayın 2 Temmuz 1993
Ne olur hiç gelme
Desem acaba gider mi?
…Ve ben sadece civcivlerime ağlasam.

(Soner Yalçın’ın Hürriyet Gazetesi, Temmuz 2010 yazısından alıntıdır)

 

“MAHPUS TANRIÇA PARÇACIĞINA MEKTUP”

 

Her gece cezaevi hücresinde babamla göz göze gelen güzel kızıl tuğla, Silivri Cezaevi Yerleşkesi, 1 no’lu cezaevi, B2 koğuşu, 5.hücre, parmaklık yanındaki duvar, alttan on ikinci, sağdan yedinci, kıymetli, kızıl tuğla…

Siz hiç mahpushaneye mektup yazdınız mı? Ben yazdım. Ruhundan bir tutam koparıp zarfa koymaktır, mahpushaneye mektup yazmak; yaralar insanı. Belki on, belki yüz, belki bin, belki de kendim kadar yazmışımdır. Ama bu size, ilk… Sizinle hiç tanışmadık. Belki hiç karşılaşmayacağız. Ama ben sizi tanıyorum, gerçekten tanıyorum. Her gece uykuya dalmadan hemen önce gözleriniz gelir gözlerimin önüne, uyuyamam.

Siz de beni tanıyor musunuz? Hiç fısıldandı mı adım kulağınıza? Belki çok karanlıkta…

Bir tanrıçasınız siz, biliyorum. Yunan destanlarında buldum sizi, öyle güzelsiniz ki. Her şeyin anası, toprak tanrıçası Gaia’sınız. Dünyanın tanıdığı en güçlü ve yalnız kadınlardansınız.

İlk gökyüzü tanrısı Uranos’u yaratan, ardından Titanları doğuransınız siz. Bereketinizin namı her avuç toprakla dolaşır. Ve siz değerli tanrıça, kendi evlatlarınızı doğar doğmaz bağrınıza gömen Uranos’a başkaldıran, evlatlarını bağrına tutma ıstırabına katlanamayan, isyanı dillere destan, evlatlarını özgürlüğüne kavuşturmak için yeryüzünde kavga veren cesur tanrıçasınız. Şimdi inandınız mı sizi tanıdığıma? Hikâyeniz benimle gezer kıymetli Gaia… “Bu gece dağ başları kadar yalnızım” demiş Attilâ İlhan. Gece inip de mahpushaneye karartınca dört duvarı, ranzaya yatıp başını yastığa koyan, gözlerini size diken, uykusu kaçık o adam, dağ başlarından daha yalnız değerli Gaia. Yalvarırım onu yalnız bırakmayın…

Sizden bile geç dalıyordur uykuya, sakın aldırmayın. Melih Cevdet Anday’ın şiirindeki uykusu kaçık telgrafhane ta kendisidir. Bilirim ki sizinle husumeti; gülle, toprakla husumeti kadardır. Olsa olsa sevdalıdır. Ve biliyor musunuz bir ortak yönümüz var sizinle, lütfen şımarık görmeyin beni. Ama her gece gözünü dikip de size bakan adam, altı yıl önceye kadar gece dalmadan uykuya, diker gözünü bana bakardı. “İnsan nasıl bırakır iki gözünü?” demeyin.

Bırakmadım elbet! Sizin yanınızda ne işi var, inanın ben de bilmiyorum. Sizi her düşündüğümde, yerinize geçmek istediğimde bir masal yolluyorum size, ona da anlatıyor

musunuz güzel tanrıça? Siz ki, bir çift gözüne her gece baktığınız adamın, bir göz

odada yazdığı kitapların sayfalarısınız… Siz ki, evlatlarını bağrına gömen düzene karşı çıkan kadınsınız. Ve siz ki, güzel kızıl tuğla, toprak tanrıçasının en değerli parçasısınız…

Biliyorum ki, içinize sinmez evlatlarınızı kızıllığı rutubetle boyalı odalarda bağrınızda hapsetmek. Ve bağrımdan biliyorum ki, bir gün toprak tanrıçasının isyanıyla yıkılacak bütün

rutubetli duvarlar ve siz ilk ayağa kalkan tuğla olacaksınız… Ama bugün, günün yutamadığı gerçeğinde Attilâ İlhan’la birlikte fısıldıyorum size doğru:

“Dudaklarımda eski bir mektep türküsü

Karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim

Gözlerim gözlerini arıyor durmadan

Neredesin?”

 Elbet kavuşacak gözlerimiz, fakat o güne kadar siz, yalnız tanrıça, lütfen onu yalnız bırakmayın.

(Nazlıcan Özkan’ın İmza Ben kitabında, babasının hücresindeki tuğlaya itafen yazdığı mektup)

4 YORUMLAR

  1. Zeynep Altıok Akatlı ile ben de Antalya’da Şiir Sempozyumunda yüzyüze tanışmak mutluluğuna eriştim, anlattıklarına birebir katılıyorum. Mektupları okuyup yine hüzünlendim. Ah hayat, ne kadar acımasızsın…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz