Havana’dan başka iki gece üst üste konakladığımız tek şehir olan Trinidad küçük olmasına rağmen eğlence, doğa, tarih bakımından değişik güzelliklere sahip ilgi çekici bir şehir olarak kaldı anılarda benim için. Escambray dağlarının eteklerinden dolanılarak gidilen şehre ilk girdiğimizde ilgimi çeken şey, sokaklarının mavi ağırlıklı olmak üzere sarı, kırmızı, yeşil boyalı evlerle dolu olm
asıydı. Yapılarının ispanyol mimarisi nedeniyle de UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan şehirde binalar gerçekten de iyi korunmuş. Trinidad’da ilk olarak bir seramik atölyesine uğradık. Buranın ve içinde seramik çalışan ustanın ülkede ünlü olduğunu daha sonra gördüğüm her kartpostalda onun ve bu mekanın fotoğrafına rastladığımdan dolayı rahatlıkla söyeyebilirim. Ş
ehre girdiğimizde eskiden bu şehirde yaşamış zengin bir doktorun şu an müze haline getirilen konağını gezdik. Arnavut kaldırımlı sokaklar, boyalı parmaklıklı evleri, sokak satıcıları, e
snaf ve başıboş gezen yaşlılar bana biraz Safranbolu’yu hatırlattı. Ülke sevgisi bu olsa gerek, gittiğim her ülkede Türkiye’den bir iz bulmadan yapamıyorum ben. Şehrin meydanı sayılan Plaza Mayor ve Palaci Centro Trinidad’ın turistik bölgelerinden biri. Plaza Mayor’da yediğimiz öğle yemeğinden sonra benim aylar öncesinden internette adını bulup ve içmeye can attığım Trinidad’a özgü bir içecek olan Canchanchara’yı tatmak için aynı adlı kafeye gittik. Geniş bir avlusu olan bu kafede limon suyu, bal ve Küba Romunun karışımından yapılan Canchanchara’yı toprak kaplardan içtik. Çok umduğum gibi bir tadı olmamakla beraber değişik bir ortamdı Canchanchara doğrusu. Ama mojito ve pinacolada’ye değişmem.



Ertesi gün havanın azizliğine uğrayıp, rengarenk balık ve mercanları şnorkel ile dalıp göreceğimiz ve palmiyelerin altında bembeyaz kumsalından denize gireceğimiz Cayo Blanco adasına maalesef katamaranın fırtına ihtimaline karşı çalışamamasından dolayı gidemedik. Öğlene kadar Trinidad sokaklarında serbest zamanımız vardı ve Erkanla
ver elini deyip Trinidad keşfine çıktık. Arnavut kaldırımlı yollarda tepeye doğru yürürken, dilimizde Duru, bir yandan dedikodu bir yandan eski günlerimiz bir yandan biz, konuşa konuşa kasabaya tepeden bakan bir hayli eskiden kalmış Ermita La Papa kilisesinin önünde bulduk kendimizi. Kiliseden biraz daha yukarı doğru çıkınca işte Çamlıca Tepesi. İçinde Las Cuevas adlı bir otelin de yer aldığı bu tepe
büyüle
yici manzarası, doğal ortamı, yüzyıllık ağaçları ve harika kafesiyle bizim Büyük Çamlıca’yı andırıyor. Kahvenin tadı damağımızda şehre geri dönerken işte o gün kurulan pazar. El örgüsü elbiseler, beyaz iş örtüler, tahta biblolar, seramikler, Küba’ya özgü bir sürü hediyelikler. Bu pazar bize çok iyi geldi doğrusu.


